Ertesi günkü gece nöbetimizde Hasan Efendiyle iş dışında hemen hemen hiç konuşmamıştık. O da sessizdi. Ben de... Ona her iş verişimde gözlerini gözlerimden kaçırıyordu. Akşam yemeği sonrasında hiç beklemediğim bir durumla karşılaşmıştım.
Onun bana böylesi bir sürpriz yapacağını hiç beklemiyordum.
Buzlu çayımı içmek için mola verdiğim servis odamızdaki masanın üzerinde pastayla çiçekleri durmaktaydı.
Çiçek arajmanına bir de not ilişikti. Notu açıp okudum:
" Beni affedin Miss. Gürbüz. "
Onu çağırdım. Koşup geldi, bakışları utangaçtı.
Bakışlarıma hoşgörü ifadesi yerleştirmiştim.
" Bunlara hiç gerek yoktu Hasan efendi. Çok çok teşekkür ederim."
Eğik başını kaldırıp gözlerime baktı. Gözleri tıpkı suç işlemiş, mahçup çocuklar gibiydi:
" Dün kendimi kaybettim. Kabalığımı affedin. Aslında ben..."
Sözünü kestim. Babam yaşındaki adamı daha fazla utandırmak istememiştim:
" Anladım Hasan efendi. Tamam...Dünü unutabilirim. Ama bana o öfkenin nedenini söylemen şartıyla."
" Tamam...Söyleyeceğim."
Hasan efendi meğerse 12 yıllık evliymiş. Eşini bıçaklayarak, kasıtlı ölümüne nedenden dolayı müebbet hapis cezası almış. Sağmacılar Cezaevinde 10 yıl yatmış. Ecevit hükümeti zamanında, dosyası yeniden incelenmiş. Tahrik ve teşvikten dolayı işlediği cinayet suçu; kasıtlı görülmemiş. İyi halden Hasan efendi, genel afla özgürlüğüne kavuşmuş. Her iş yerinin, _en az 1 mahkum çalıştırmak zorunluluğu_ varmış. O da bu maddeden yararlanmış. Ve Amerikan Hastanesinde çalışmaya başlamış.
"...Ya işte böyle Miss. Gürbüz. O yıllarda Beykoz ayakkabı fabrikasında çalışıyordum. İyi bir işim, eşim, çocuklarımla yaşayıp gidiyordum. Ta ki, bir gün işimden evime erken dönene kadar..."
Sözlerine burada ara vermişti. Belli ki, hatıralar hala onun canını acıtmaktaydı.
Hasan efendi, cebinden her zaman içtiği Bafra sigara paketini çıkarttı. İçinden bir kalem sigara çıkarttı. Sigarayı iki parmağı arasında hafiften ezip düzeltti. Yaktığı sigaradan derin bir nefes çektiğinde bakışları matlaşmıştı. Uzaklara bakıyordu. Sanki odada değildi...Arkası bana dönüktü...
Suskunluğunu sürdürürken, ben de ona eşlik ediyordum. Açıkçası, eğer soru sorar, onunla konuşursam; bana nasıl bir tepki vereceğini bilemez durumdaydım.
Ya yine öfke krizine girerse, diye de düşünüyordum. Onun az önceki itirafıyla meslektaşlarımın neden " Katil" diyerek onu sıfatladıklarını, niçin onunla çalışmak istemediklerini anlamaya çalışıyordum...
Bunları düşünürken aniden benden yana döndü!
" Hemşire hanım. İsterseniz...bundan böyle benimle siz de çalışmak istemezseniz, sizi anlarım..."
Sözleri aramıza girerek, onun çekingen sessizliğini bozmuştu. Elimle onu susturdum. Daha fazla ezinç duymasına gönlüm razı değildi.
" Yoo...Yoo, sakın böyle düşünme, sakın!.. Senden memnunum. Az önce anlattığını düşünüyordum. Kim bilir, nasıl oldu da çocuklarının anasına kızdın. Yoksa sen iyi birisin. Cana kıymazsın."
Sözüme kısa bir ara vermek zorunda kalmıştım. Çünkü onun gözleri kan çanağı gibiydi. Kirpiklerini nemliydi. Belli ki arkası bana dönükken ağlıyordu.
Onu görmezden geldim:
"...Hem...hem...Sen çocuklarını öksüz bırakacak bir babaya benzemiyorsun. Yanlış mıyım?"
Burnunu çekiştirdi.
" Teşekkür ederim...Teşekkür ederim...Bana az müsade..."
Der demez odadan hızla çıkmıştı.
Ben de onun ardından, hastaların ilaçlarını vermek için servise doğru yöneldim.
İlaçları küçük kadehlere koyarken, hastabakıcının eşini niçin öldürdüğünü düşünüp duruyordum. O anlatmadıkça, ben de ona sormayacaktım. Aslında çok da merak ediyordum.
Hastalara ilaçlarını verip rutin kontrollerini yaptıktan sonra her biri ile bir iki dakika sohbet etmek, onlara şifa gibi geliyordu. Hepsi bir çocuk gibi benden şevkatle ilgi bekliyorlardı.
Servisim sakinleşince onların dosyalarına, doktorlarının okuması için notlar düşüyordum.
...
O geceki nöbetimde Hasan efendinin uyuduğu odaya yaklaştığımda bu düşüncelerden de uzaklaşmıştım. Kapıyı usulca açmıştım. Üstü açık, büzülmüş uyuyordu. Fısıltılı sesle ona bir kaç kez seslendim. Duymayınca, yanına yaklaşıp omuzuna dokundum:
" Hasan efendi, Hasan efendi çabuk kalk. Seninle işimiz var."
Sıçrayarak kalkıp peşimden geldi.
Pansuman dolabında steril gozlar, pansuman setleri eksikti. Sterilizasyon katına gidip istediğim tıbbi malzemelerini almasını söyledim.
Hasta odasına birlikte gittik.
Prof. Dr. F. Alican'ın pansuman tekniğini biliyordum. Asistanları dahi ondan çekinirlerdi.
Özellikle ameliyatlarda çok titiz ve detaycı bir cerrahtı. Gözünden hiçbir şey kaçnazdı. Hele ki, asistanlarının gevşediği durumlarında...Onların ellerine nasıl makasla vurduğunu, yanlış uygulamalarında, ekartürleri, nasıl ellerinin üstlerine " çat" diye vurduğuna tanıktım.
Sadece benim değil, tüm tedavi ekibinin kabusu olmuştu.
4 yıllık öğrenciliğim boyunca onun her anını, her tekniğini hafızama öyle kazımıştım ki...
Ama ona hayranlığım her geçen gün artmaktaydı.
Nedeni, hastalarına karşı şevkatli, ilgili, fakirinden cerrahlık ücretini almayacak kadar alicenap biri olarak tanımıştım onu...
Herkes ona kızsa, çekinse bile ben ona sempati duymaktaydım.
Ve başarılı ameliyatlara imza atmış bir cerrahtı. Ayrıca hiç bir hastasında herhangi bir komplikasyon çıkmazdı. Zaten şifa bulmayacak hastasına umut da vermezdi...
...
Kanlı pansumanı açtığımda dreni sabitleyecek flasterin gevşemiş olduğunu gördüm. Önce dreni düzeltip, onu flasterle eskisinden daha sağlam bir şekilde sabitlemiştim.
Kanlı bölgeyi, Straminolle temizleyip steril gozlarla kapattım. Daha sonra yatay, dikey flasterlerleri yapıştırıp, gozları neredeyse görünmez yapmıştım.
Tıpkı hocamızın flaster tekniği ile...
Hasan efendi, bu arada bana asistanlığını mükemmel bir itaatle başarmıştı.
Hastayı dikkatli çevirerek kirlenmiş çarşaflarını da birlikte değiştirip hasta odasından ayrılmıştık.
Kat sakinleşince mola yerimiz olan servis odamıza çekildik.
"Bak Hasan efendi, durumu sende gördün. Hasta dreni yerinden oynamış ve pansumanı aşırı kanla ıslanmıştı. Hastamız kirli pansumanlarla öylece kalamazdı, değil mi?"
" Kalamazdı Miss. Gürbüz."
" Hem, santral memuresi Ayşen Hanımı da aramıştım, durumdan haberi var. Bak, hala nöbetçi asistan doktor da gelmedi. Ee, iş bize kalmıştı, değil mi?"
" Haklısınız. Bize...Pardon size kaldı..."
" Ee, bu durumda Alican Hoca bana bir şey diyemez, değil mi, Hasan edendi?"
" Diyemez...Demeye hiç hakkı da olamaz. Derse bile ben varım. Yanınızdayım. Şahidiniz olacağım Miss. Gürbüz."
" Bundan eminim. Sağ ol. Hastanın refakatçisi de tanık zaten. Bunda bir sıkıntı yok da...Alican hocamız, bakalım bana nasıl tepki verecek?"
Hasan efendi sözümü havada kapar gibi atıldı:
" O gelmeden siz nöbetinizi zaten devredeceksiniz, Miss. Gürbüz. Sizi görmeyecek ki..."
Sözüne burun kıvırmıştım. Ona zoraki bir gülüş uzatmıştım.
" Sen onu tam tanımamışsın Hasan Efendii...Tanımamışsınn...O hepimizin kâbusudur..! Uykudayken bile adamı kaldırtır. "
Ve öyle de olmuştu...
Devam edecek
Emine Pişiren/ Kocaeli